Saturday, October 31, 2009

Friday, October 30, 2009

Umut, umutsuzluk, hüzün ve suçluluk. En çok da suçluluk. Anahtar kelimelerimiz bunlar. Çözebilecek misiniz bakalım bulmacayı...

Son yazdığım iki post, daha dogrusu son iki şarkı o kadar çok içimi sıkıştırıyor ki. İkisi hakkında da birbirlerine çok da paralel olarak (şarkılar hiç paralel olmasa da) soyleyecek o kadar çok şeyim vardı ki. İkisinde de etliye sütlüye dokunmadan geçtim yine de.

Denedim aslında ama baktım ki anlatamıyorum derdimi bi türlü, ifade edemiyorum, şarkıları koydum yalnızca.

Bu blogu yapma sebebim, müziğin içimde sıkışıp kalmasıydı. ben havaya atacak olsam da, belki biri tutardı.

Öyle olmuyormuş her zaman işte. şöyle açıklamaya çalışayım.

Bir sanat eserini, herhangi bir sanat eserini değerlendirmek istediğiniz zaman 5 noktayı değerlendirirsiniz farkında olarak ya da olmayarak (ben uydurmuyorum bunu bir taraflarımdan bu arada)

Neyse, 5 nokta demiştik.
- subject
- interpretation
- style
- context
- emotion

Cümle içinde kullanmak gerekirse;
"Sanatçının içinde bulunduğu ekonomik, sosyal, politik vb. durumun etkisiyle bir konuyu kendi tarzıyla yorumlaması" (nerde bu cümlenin öznesi) Buraya kadar tamam di mi? Peki ne eksik bu cümlede? Duygu, bravo. Neden? Çünkü onu ben katıyorum esere. (yani sanatçı da katıyor elbette, benden çok o katıyor tamam. anlatıcam derdimi bi dakka)

Ben dinleyici, izleyici yani sanatı appreciate eden kişi olarak konuyu değiştiremem, yorumu değiştiremem, sanatçının etkilendiği koşullar bellidir, sanatçının tarzı sabittir (kendi içinde değişken olabilir, dağıtmayalım lütfen konuyu). Yani bütün bunlar benim yorumuma tabi olmayan kısımlar. Buraya kadar herşey matematik. Yeterli birikimle sanat eseri sizi derinden sarsmasa da onu beğenebilirsiniz.

Ama duygu işte, o çok farklı bir nokta. Esere duyguyu katan benim. Sanatçının vermek istediği duyguyla benim hissettiğim duygu tamamen farklı olabilir. Sanatçı beni elbette yönlendirir büyük ölçüde. Ama benim içinde bulunduğum context'le sanatçının içinde bulunduğu context aynı olmayabilir. Ya da iki farklı dinleyicinin mesela içinde bulunduğu durum aynı olmayabilir. En basit haliyle benim aşktan anladığımla senin aşktan anladığın aynı olmayabilir (Please refer to "Waking Life" of Richard Linklater) Ve tüm bu sebeplerden dolayı o eser birazcık da benim olur. (çok mu iddialı!!) Bence değil. Benim gözlerimde, kulaklarımda farklılaşır çünkü eser az veya çok.

Böyle işte bazen bazı şarkılar çok farklılaşıyorlar. Sanatçı kimbilir hangi tecrübesine, anısına, kıçından sallamasına dayandırmış eserini, bense arkasından ne hikayeler uydurmuşum. Sana nasıl anlatıcam peki ben o hikayeleri ey okuyucu. Adam kendi duygusunu aktarmak için şarkı yapmış, benim de mi illa bir şarkı yapmam lazım o şarkının bana hissettirdiğini anlatmak için.

İşte böyle zamanlarda blog da anlamsızlaşıveriyor bir çırpıda. Paylaşamamanın dayanılmaz ağırlığı üstüme çöküyor.

Vicky Cristina Barcelona'dan bir alıntıyla durumu özetlemek gerekirse:

"I can appreciate art and I love music, but... it's sad, really, because I feel like I have a lot to express and I am not gifted"


Thursday, October 29, 2009

Dün aksam Woody Allen'ın Vicky Cristina Barcelona'sını izledim. Fena değildi diyebileceğim en çok. Yani Penelope Cruz güzel, kimileri için Javier Bardem güzel (bana nedense çok itici geliyor elimde değil), Barcelona zaten çok güzel, filmin müzikleri de güzel olunca işte harcadığınıza pişman olmayacağınız bir 2 saat geçiriyorsunuz. Ama sakın ola ki yanılmayasınız, film bir Woody Allen filmi değil. Woody Allen ile tek alaka kurabildiğim nokta hikayedeki cinsel özgürlük çizgisiydi galiba. Onun dışında herhangi bir yönetmenin filmi olabilir ya da şöyle koyalım noktayı; film bir yönetmen filmi değil. Evet budur.

Filmin sonunda müziklere bir göz atarken aşağıya ekleyeceğim şarkıyı buldum. Sonra da bu şarkı madem bu kadar güzel album de guzel olmalı düz mantığıyla Cafe Del Mar isimli albumler serisini (16 Volume) indiriverdim bir çırpıda. Ama gelin görün ki yanılmışım. Tabii 16 volume'lük serinin tüm parçalarını dinleyemedim ama anladım ki bu chill-out denilen tarzı ne kadar zorlasam da benimseyemeyeceğim. Eskiden bilgisayar dergileriyle beraber gelen CD'lerin içinde bir sürü MIDI formatında şarkı olurdu. Onlara benzetmekten kendimi alamadım ben bu albumdeki şarkıları. Şimdi bunu söylerken de sanki birilerinin kalbini kırıyormuşum gibi geliyor ya neyse.

İşte buyrun söz konusu şarkımız da budur:




Friday, October 16, 2009

bana öyle geliyor ki önümüzdeki aylarda sık sık dinleyemeye ihtiyacım olacak bu şarkıyı.

i bless the rains and winds coming in
from africa to malaga


isveç'li bir gruptan dinleyince daha anlamlı oluyor sanırsam...