Saturday, February 28, 2009

Yeasayer

Tekrar merhaba,

Bugün kolları sıvayıp size bu blogu oluşturma ihtiyacını bana hissettiren gruptan bahsetmek istiyorum.

Yeasayer son yıllarda müzisyen fabrikası gibi çalışan Brooklyn'den çıkma bir indie grubu. Kendilerini gospel /showtunes /visual kelimeleriyle tanımlıyorlarmyspace sayfalarında. Kendi yaptıkları müziği en iyi kendileri bileceklerine göre bana yorum yapmak düşmüyor bu noktada.

Tabii boyle havadan konuşmaktansa önce bir de siz kulak verin.
"All Hours Cymbals" albümünden.

Yeasayer - Wait For The Summer





Dinledikten sonra ardından çalacak başka bir şey bulamadığım şarkılardan "Wait for the Summer" Sizi içine alması zor ama bir kere kendinizi bıraktınız mı derinliklerinde kaybolduğunuz şarkılardan. İşin ilginç kısmı bir cinayet hikayesini anlatan şarkıyla sanki bu duyguyu çok iyi biliyormuşçasına ilişki kurabilmeniz ve hatta belki bu duyguyla büyülenmeniz. Bunu sağlayan en büyük etkenlerden biri şarkının boğucu olmayan, sıcak melodisi. Brooklyn'li dörtlü bu noktada dengeyi sağlamayı çok iyi başarıyor. Şarkının sonlarında Chris Keating'in "I killed my baby with a bullet" diye başlayan sözleri ise şarkıyı modern bir ağıt haline getiriyor.

Yeasayer'ı bu kadar özel bir grup yapan başka bir özelliği ise tam bir performans grubu olmaları. "Wait for the Summer"ı albumden dinledikten sonra canlı çalınabileceğine inanamıyorsunuz. Aşağıdaki video ise size ne kadar yanılabileceğinizi kanıtlıyor.



Not: Canlı kaydı dinlediğinizde sözlerde "I killed my baby with a bullet" dendiğini duyuyoruz. Ama studio kaydında sırasıyla "I missed my baby with a bullet" ve "I kissed my baby with a bullet" diyor. (Yanılıyor olabilirim tabii) Ilginç bir nokta olarak dikkatimi çekti. Neden boyle tercih ettiler acaba?


başlıksız

Sene kaç tam bilemiyorum şimdi. Oturup parmak hesabı yapmak lazım. Ya orta sondayız, ya lise 1'de. Pek emin değilim. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersindeyiz. Konumuz cennet ve cehennem. Din dersi bünyede her ne kadar heyecan yaratmasa da konu ultimate resting place olunca hoca ilgimi çekmeyi başarabiliyor. Dinlemeye başlıyorum. Hoca cennetin güzelliklerini anlatıyor. Irmaklardan, bahçelerden, gölgeliklerden meyvelerden vs. bahsediyor. Benimse aklıma takılan başka bir nokta var.

Söz alıyorum, amacım dallamalık yapmak değil. Ben diyorum, müzik dinlemeyi çok seviyorum. Müziksiz bi hayat düşünemiyorum. Cennette de müzik dinleyebilecek miyim acaba?

Yerime oturuyorum, bütün dikkatim hocanin üstünde, vereceği cevap kaderimi belirleyecek. Heyecanla bekliyorum, bekliyorum, bekliyorum. O günden bugüne hala hocanın cevabını bekliyorum.

Esasında durum şu ki hoca sorumu ciddiye alıyor ve elinden geldiğince cevap vermeye çalışıyor ama işin içinden pek çıkamıyor. Uzattıkça uzatıyor ama ne beni tatmin edebiliyor ne kendisi tatmin olabiliyor verdiği cevaptan.

Ben de artık uzamasını istemiyorum, adamın karşımda can çekişmesi hoşuma gitmiyor. Tamam hocam diyorum, anladım ben, problem yok…

O gün büyük bir hayalkırıklığı benim için, cennet kelimesinin anlamının değiştiği gün.

Hani Muazzez Abacı'nın Vurgun diye bir şarkısı vardır:

Seninle cehennem ödüldür bana
Sensiz cennet bile sürgün sayılır

İşte tam o kıvama geliyorum.

Niye anlattım peki ben bunu. Bir müzik blogunun ilk yazısı olma münasebetiyle müziğin hayatımdaki önemini anlatabilmek açısından örnek teşkil etsin diye…

Ama tabii ben ne söylersem boş.

Buyrun siz karar verin.





(Cehennemde müzik dinlemeye izin veriyorlar mıdır acaba?)